Uzak Diyarların Şirketler Hukukçuları Neleri Konuşuyor?
Giriş (veya ben buraya neden çıktım?)
Cem (Veziroğlu) Hoca’nın tezini okurken
Hollanda’da kurulan ve modern anonim şirketin öncülerinden olan Compagnie van Verre’yi
anarken “Uzak Diyarlar Şirketi” tercümesine yer verdiğini görünce hoşuma
gitmişti. Hollandalı şirket ve sömürgeci geçmişini (kınayarak) bir kenara bırakıyorum;
ben de biraz buradan gelen esinlenmeyle yazının başlığını “Uzak Diyarların
Şirketler Hukukçuları Neleri Konuşuyor?” olarak seçtim. Burada daha ziyade ABD’de
gelişip oradan uluslararası literatüre yayılan bazı meseleleri kısaca tanıtacağım.
Bunların AB hukukuna yansımaları veya bunlardan başka AB şirketler hukuku meseleleri olsa da AB şirketleri gündemine ayrıca
değinmeye gerek görmedim çünkü bunlar zamanla bir şekilde Türkçe olarak da yazılacaktır.
En baştan belirteyim ki yazının
tarihi 2020 sonuna tesadüf etse burada 2020’nin en çok konuşulan konuları gibi
bir başlıklandırmadan özellikle kaçındım. Çünkü hem güncel konuları 2020’deki
önemlerine göre sınırlama gibi bir amacım yok hem de özellikle ABD’de bir
makalenin çalışma taslağı (working paper)
olarak ilk piyasaya çıkışından nihai haliyle yayımlanmasına kadar birkaç sene
geçebildiği düşünüldüğünde böyle bir sınırlama anlamını kaybediyor. Yani aşağıdaki
konular, 2020’nin değil de son 5 belki 10 senenin önemli meseleleri olarak
düşünülebilir.
Metoda geçmeden önce yine bir
çekince koyayım: Konuşulan her önemli konuyu aşağıdaki listeye almadım. Yani muhakkak
başka önemli şeyler de konuşuluyor ama ben sadece kendi dikkatimi (≠ ilgimi)
çeken belli başlı konuları listelemeye çalıştım. Metoda geçelim. Liste büyük
ölçüde yüksek lisansta çokça denk geldiğim ve böylece aşina olduğum (trend (!)) konulardan
oluşuyor. Bunların güncelliğini koruduklarını Harvard, Columbia ve Oxford’a ait
ticaret/şirketler hukuku bloglarındaki makale tanıtımları teyit ediyor. Bu arada
yazılı olarak da not düşeyim: kitap, dergi makalesi ve genel olarak akademik çalışma
sayısının artışıyla bunların düzenli takibinin gittikçe zorlaştığı Türk hukuk
öğretisinde de ilgili çalışmaların yazarlarınca konu, amaç ve sonuçlarını özetler
şekilde tanıtılacağı platformlara ciddi şekilde ihtiyaç var. Böyle platformların
varlığı, hem akademik çalışmaların sirkülasyonu hem de bunların sonuçlarının akademik
amaç gütmeyen kişilerce daha kolay takip edilebilmesi açısından bir zaruret
teşkil ediyor. Son olarak her konunun sonuna dileyenler için bir iki makale/yazı
atfı bıraktığımı belirteyim.
Başlıklara geçmeden ilgili
konuların neden konuşulduğunun daha iyi anlaşılabilmesi adına sermaye piyasalarının
gelişmesi ve çeşitli tarihsel sebeplerle halka açık Amerikan şirketlerinde blok
pay sahipliğinin ender olduğunu hatırlatmakta fayda var. Yani ABD’de halka açık
şirketlerde payların %50’den fazlasına sahip bir ortağa genelde rastlanmıyor. Hatta
birçok şirkette tüm ortakların pay oranları çok ufak olduğundan bir defa CEO
koltuğuna oturan kişinin şirketi adeta ele geçirmesi ve krallığını ilan etmesi, ABD şirketler hukukunun temel sorunlarından
biri. Çeşitli yapısal sebepler ve pay oranlarının küçüklüğü, CEO ve bir dönem
onun saz arkadaşlarından ibaret hale gelen yönetim kurulunun (YK) pay sahiplerince
disipline edilmesini zorlaştırıyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya
çıkan hostile takeover (düşmancıl
devralma?) dalgasıyla CEO ve YK’ya
rağmen şirketin devralınması böylece bu kişilerin yerlerinden edilebilmesi bir
disiplin mekanizması olarak ortaya çıkmıştı. Ancak bunlara karşı geliştirilen
hukuki savunma mekanizmaları (takeover
defenses) ile CEO’lar tekrar rahata kavuşmuştu. Fakat 90’lar sonları ve 2000’lerin
başlarındaki skandallar (özellikle Enron) sonrası sıkılaşan kurumsal yönetim rejimleri
halka açık şirketlerde mutlakiyetten meşrutiyete
geçişi başlattı. Ancak aşağıda detaylarına gireceğimiz üzere blok pay sahipliği
yapısının dolaylı olarak yeniden ortaya çıkmasıyla meşrutiyet bile sallanmaya
başladı ve CEO’lar bakımından pay
sahipleri demokrasisi eşliğinde cumhuriyete yaklaşılması tehdidi ortaya
çıktı. Peki bu durum nasıl gerçekleşti ve şirket yöneticilerinin karşı hamleleri neler oldu? Bunları aşağıdaki başlıklarda ele alacağım.
1- Hedge Fund Aktivizmi ve Garp
Kurnazlığı Problemi (Short-termism)
Çok yüzeysel ve kaba bir şekilde
açıklamak gerekirse: ABD’de merkezi bir emeklilik sistemi olmadığından çalışanların emeklilik döneminde harcamak üzere para biriktirmeleri için sermaye piyasaları hem bireysel hem de
kolektif olarak önemli bir role sahip. Hal böyle olunca kişiler genelde
eyalet/mesleki düzeyde örgütlenen emeklilik fonları (örneğin California Public
Employees' Retirement System (CalPERS)) üzerinden geleceklerini teminat altına
almaya çalışıyor. Emeklilik fonları, topladıkları paranın değerini koruyup artırmak
üzere halka açık şirketlere de yatırım yapıyor. Bu şekildeki kurumsal yatırımcılar
blok pay sahipliği yapısına dönüşte bir ölçüde etkili. Ancak bundan daha da önemlisi,
son yıllarda gittikçe büyüyen pasif (endeks) yatırım kuruluşları. Bunlar (özellikle
BlackRock, Vanguard ve State Street) kişiler/fonlardan topladıkları paralarla
satın aldıkları hisseleri kısa vadede alıp satmak yerine genelde S&P 500
gibi belirli bir grup hisseyi alarak uzun süre elinde tutuyor. Böylece hem al-sat
ve analiz için gerekli masraflardan tasarruf ediliyor hem de kimi istatistiksel
çalışmalara göre bu yatırım stratejisi al-sat’ın daha fazla olduğu aktif
yatırım stratejilerine göre daha verimli. Uzun lafın kısası pasif yatırıma olan
ilgi büyüdükçe bu yatırımcıların halka açık şirketlerdeki payları büyüyor ve
bir noktadan sonra bunların birkaçı bir araya geldiğinde adeta bir hâkim pay
sahibi gibi şirket yönetimini (genel kurulda yönetim kurulunu) belirleme potansiyeli
doğuyor. Ancak analiz masraflarından imtina eden bu yatırımcıların sahip oldukları
gücü CEO’ları değiştirmek için kullanması olası değil. İşte bu noktada devreye
hedge fund’lar giriyor. Daha kısa vadeli, agresif ve aktif bir yatırım
stratejisine sahip olan bu fonlar, performansının kötü yönetim sebebiyle düşük
olduğunu iddia ettikleri şirketlerde (%3-5-10) gibi oranlarda paylar edinip
daha sonra CEO’ya ve şirket yönetimine karşı savaş ilan ediyor. Eğer hedge
fund, pasif yatırım kuruluşlarının biri veya birkaçının desteğini arkasına
alırsa CEO’yu değiştirebiliyor veya onu kendi taleplerine uymaya razı edebiliyor.
Burada amaç, şirketin performansı ve pay değerini yükselterek düşük fiyattan
toplanan payları kısa sürede satıp kâr elde etmek. Hedge fund’ların bu şekilde
CEO’lar üzerinde baskı kurmaya dayalı stratejileri ve davranışlarına hedge fund
aktivizmi deniyor.
Aktivizm yüzünden baskı altında
kalan CEO’lar, garp kurnazlığı (kısa vadecilik = short-termism) iddiasına sığınıyor. Buna göre özellikle (sadece
değil) hedge fund’lar eliyle oluşturulan kısa vadeli performans baskısı,
şirketlerin uzun vadeli yatırımlara girişmelerine engel olarak kaynakların mevcut
pay sahiplerine özellikle hisse geri alımlarıyla (buy-backs) dağıtılmasına sebep oluyor. Aynı baskı sebebiyle
şirketlerin çalışanlarına haklarını veremediği, çevreye zarar verdiği gibi
argümanlar da ileri sürülüyor. Burada amaç, toplum nezdinde aktivizmin tepki
almasını sağlamak ve böylece aktivizme engel olacak hukuki düzenlemelere zemin
hazırlamak. Akademi genelde garp kurnazlığı argümanını kabul etmese de halk ve
siyasetçiler nezdinde bir kısa vadecilik problemi olduğu genelde kabul görüyor.
Bu tartışma aşağıdaki başlıklarla da bağlantılı olarak sıkça gündeme geldiği için
ilk sırada yer verdim. Son olarak garp kurnazlığı probleminin AB’ye de
yansıdığını belirteyim.
Tabi “garp kurnazlığı” lafı nereden
çıktı diyebilirsiniz. Açıkçası benden çıktı. Türk Dil Kurumu şark kurnazlığını “Doğu dünyasının anlayış, görgü ve davranış
gibi özellikleri çerçevesinde zamana yayma, boşvermişlik, neme lazımcılık
içeren uzun vadeli planlar yaparak bir işte karşı taraftan istediğini
elde etme işi” olarak tanımlıyor. Buradaki uzun vadeli plan vurgusu ve dünyanın
Doğu’suna olan gönderme ters çevrildiğinde garp kurnazlığı meseleyi bence gayet
veciz ve akılda kalıcı (hafif de ironik) bir şekilde ifade ediyor.
Öneriler:
- Roe - Stock Market Short-Termism’s Impact (2018)
- Roe/Shapira - The Power of the Narrative in Corporate Lawmaking (2020)
- Goldhaber - Marty Lipton's War on Hedge Fund Activists (2015)
2- Şirketin Amacı (Corporate
Purpose): Denize Düşen Yılana mı Sarılıyor?
Anonim şirketler, kanunen
yasaklanmamış her türlü ekonomik amaç ve konular için kurulabilir (TK m. 331).
O zaman şirketin amacı tartışmasına neden ihtiyaç var? Bir defa şirketlerin
iktisadi amaçlar yanında topluma faydalı amaçlar gütmesi gerektiğine dair
teorik ve tarihsel tartışmalar var ancak bunları şimdilik bir kenara bırakıp (fırsattan istifade kendime atıf vereyim) tartışmanın güncel yönüne odaklanalım.
Şirketlerin (bir başka deyişle şirket
yönetiminin) kimlere hizmet etmesi gerektiği konusunda iki temel yaklaşımdan
söz edebiliriz. Bunlardan ilki, şirketin amacının pay sahiplerine hizmet etmek
yani onlar için para kazanmak olduğuna dayanıyor. Friedman’ın meşhur makalesindeki sözünü
anmak gerekirse “şirketin sosyal sorumluluğu kârını artırmaktan ibarettir” (“the social responsibility of
business is to increase its profits”). Bu yaklaşım genelde pay sahibi odaklı yaklaşım (shareholder centric approach), pay sahibi menfaatlerinin üstünlüğü
(shareholder primacy) veya hissedarcılık
(?) (shareholderism) vb. şeklinde anılıyor. Eğer bu yaklaşım kabul edilirse özellikle halka açık şirketlerde yöneticilerin
ve şirketin performansı, hisselerin değeri/kârlılığa göre ölçülüyor. Bu bakımdan
performans veremeyen yöneticilerin (duruma göre sorumlu olmaları ve) biletlerinin
kesilmesi icap ediyor. Hedge fund aktivizmi ve destekçilerinin bu yaklaşımı
benimsediğine şüphe yok.
Anılan yaklaşımın karşısında
şirketin tüm menfaat sahiplerinin (stakeholders)
sahiplerine hizmet etmesi gerektiği düşüncesi yer alıyor. Buna göre şirket
yönetiminde pay sahipleri yanında şirket çalışanları, şirketin içinde
bulunduğu toplum/çevre, müşteriler, alacaklılar, şirkete mal ve hizmet
tedarik edenler dahil çok daha geniş bir çevrenin menfaatlerinin gözetilmesi
gerekiyor. Yine bu yaklaşımı benimseyenlere göre şirketin uzun vadeli başarısı
için zaten tüm menfaat sahiplerine hizmet etmesi gerekiyor, yoksa şirketin
kârlılığı da orta ve uzun vadede kaybolmaya mahkum. Tabi bu durumda şirket
performansının nasıl ölçüleceği çok daha muğlak hale geliyor. Böylece şirket
yöneticileri hisse değeri/kârlılık açısından düşük gözüken performanslarını
diğer menfaat sahiplerine atıfla savunabiliyor. Örneğin şirketin kârlılığı
rakiplerine göre daha düşük olabilir ama şirket çalışanlarına daha iyi imkânlar
sağlıyordur, çevreye daha az zarar veriyordur, müşterilerin sağlığına daha
faydalı ürünler üretiyordur vs. Bu yüzden hedge fund baskısından çekinen şirket
yöneticileri, geçen sene pay sahiplerinin çıkarlarını önceleyen yaklaşımı terk
ederek tüm menfaat sahiplerine hizmet eden şirket modelini benimsediklerini
ilan ettiler. Öte yandan şirket yöneticilerinin desteğini alan menfaat sahibi odaklı
yaklaşım ivme kazansa da burada bir tuhaflığa dikkat çekmek gerekiyor. Çünkü bu
yaklaşımı destekleyen ittifakın diğer tarafında daha idealist amaçlarla pay
sahibi odaklı yaklaşımı eleştirip genelde şirket yöneticilerinden haz etmeyen
iklim aktivisti, işçi/insan hakları savunucuları gibi kişiler yer alıyor. Bunlara
çeşitli fonlar/vakıflar dolaylı olarak destek verebiliyor. Dolayısıyla adı konulmamış bu ittifakta iki benzemezin bir araya geldiği ve devamlılığın
soru işaretli olduğu rahatlıkla söylenebilir (ecnebilerin deyimiyle bir uneasy alliance diyelim). Başka bir ifadeyle şirket yöneticileri, baskı altında çok da iyi anlaşamadıkları bir grubun
yanında saf tutmuş gözüküyor. Bu yüzden denize düşenin yılana sarıldığını söyleyebiliriz.
Yoksa yanlış anlaşılmasın, gruplardan herhangi birine yılan benzetmesi yapma
niyetim yok.
Bu tartışmaların şirket menfaati
ve sürdürülebilirlik üzerinden yavaş yavaş Türk hukuk literatürüne yansımaya
başladığını da not edelim. Son olarak kendi kanaatimi de belirteyim. Bence çevrenin
veya insan haklarının korunması gibi hedeflerin şirketin amacı üzerinden gerçekleştirilmesi
gerçekçi olmadığı gibi gerekli de değil. Bunlar için şirketlerin amacını
sorgulamak yerine alternatif regülasyon mekanizmalarının devreye sokulması düşünülebilir.
Belki önümüzdeki dönemde bu konuyla ilgili bir şeyler de karalarım. Bununla birlikte
şirketin amacının pay sahipleri tarafından belirlenmesi mümkün olduğuna göre
dileyenlerin kâr amacını ideal amaçlarla birleştirmesine izin verilmeli diye
düşünüyorum. Nitekim kimi hukuk sistemlerinde buna yönelik yeni şirket
modelleri dahi kurgulanıyor.
Öneriler:
- Bebchuk/Tallarita - The Illusory Promise of Stakeholder Governance (2020)
- Lipton - On the Purpose and Objective of the Corporation (2020)
· 3- Oyda İmtiyazlı Paylar (Dual-class) ve Ebedi Kontrol Sorunu
ABD’de girişimciler, genelde
şirketlerini bir miktar büyüttüklerinde şirket halka açılır ve böylece girişimci/kurucu
önemli ölçüde zenginleşir. Yalnız bunun bedeli şirket üzerindeki kontrolü
kaybetmeleridir çünkü yeni hisseler yatırımcılara geçecek ve (muhtemelen CEO da
olan) kurucunun şirketteki pay ve oy oranı azalacaktır. Bu durumda kurucunun bir
gün pay sahiplerince (hedge fund’lar da devreye girince) görevden alınması söz
konusu olabilir. Yani kurucu, kendi kurduğu şirketten (belki de vizyonunu
gerçekleştiremeden) kovulabilir. İşte 2004’te Google’ın halka arzıyla başlayan
süreçte bu dinamik değişmeye başladı. Google oyda imtiyazlı paylarla halka
açıldı ve bu şekilde kurucular şirketteki pay oranları düşse de hâkimiyetlerini
muhafaza ettiler. Google’ı Facebook ve Snap izledi ve özellikle teknoloji
şirketleri bakımından bu modeli benimsemek bir trend halinde geldi. Öte yandan
kurucunun pay oranı çok düşse dahi imtiyazı sayesinde şirket üzerinde dilediği
müddetçe (ebediyen) hâkimiyet kurması, pay sahipleri için riskli olarak görüldüğü
için eleştirilmeye başladı. Özellikle ABD’de Facebook’un pek sevilmeyen bir figür
olan kurucusu/CEO’su Zuckerberg üzerinden basında da konunun tartışıldığına rastlamak
mümkün. Akademik literatürde imtiyazın tamamen yasaklanması önerildiği
gibi özellikle düşük pay oranıyla süresiz hâkimiyete imkân veren imtiyazlar
eleştiriliyor ve bunların bir süre sonrası kendiliğinden sona ermesi yahut
ancak pay sahiplerinin onayıyla devam etmesi gerekliliğine yönelik esas
sözleşmesi hükümleri (sunset provisions)
öneriliyor. Bununla birlikte özellikle Zuckerberg, Musk, Gates vb. vizyoner
kurucuların her zaman pay sahiplerince anlaşılamayabileceği ve bu yüzden
imtiyazların hatalı azli engelleyen yararlı mekanizmalar olabileceği de savunuluyor.
Salgın sırasındaki halka arz dalgasında da imtiyaz trendi devam ediyor gibi gözüküyor. Bu
durumda tartışmanın da devam etmesini bekleyebiliriz.
Öneriler:
- Bebchuk/Kastiel - The Untenable Case for Perpetual Dual-Class Stock (2017)
- Goshen/Squire - Principal Costs: A New Theory for Corporate Law and Governance (2017)
Sonuç
Uzak diyarların şirketler hukukunda
ilk bakışta çok çeşitli gözükebilecek tartışmalı konular, esasen birbirleriyle bağlantılı
gözüküyor. Özetlenen meselelerin önemli bir kısmı halka açık olmayan şirketler
ve blok pay sahipliğinin yaygın olduğu Türkiye’ye şimdilik uzak gözükse de
bazılarının özellikle İsviçre/Almanya/AB aktarmasıyla birkaç sene için de bize
de uğraması şaşırtıcı olmayacaktır.
Hem içerik hem de dil açısından harika bir yazı olmuş . Kaleminize sağlık hocam. Linkedin den sizi takip ediyor olacağım. Umarım benzer yazılarınızı okuma fırsatımız olur. Sağlıklı günler ve saygılar.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, ilginize sevindim.
Sil